Eylül ayı geldiğinde ülkenin dört bir yanında aynı heyecan dalgası yayılır: Üniversiteler açılıyor. Kimisi hayatında ilk kez memleketinden ayrılıp yeni bir şehre adım atmanın telaşını yaşar, kimisi ise bir üst sınıfa geçmenin olgunluğuyla tekrar dersliklere döner. Ama en çok da yeni başlayanların gözlerindeki parıltı dikkat çeker.
Üniversiteye yerleşmek aslında yalnızca bir okula değil, yepyeni bir hayata yerleşmek demektir. Öğrenciler ev ya da yurt arayışına girer; mutfak eşyasından çalışma masasına kadar en temel ihtiyaçlarını toparlamaya çalışır. Ailelerin aklı “çocuğum nasıl alışacak?” sorusuyla meşgul olurken, gençler de “acaba yapabilir miyim?” kaygısını taşır.
Fakat her zorlukla birlikte bir fırsat da vardır. Üniversite yılları, yalnızca meslek öğrenilen değil; özgürlüğün, sorumluluğun, dostluğun, hatta çoğu zaman ilk defa kendi ayakları üzerinde durmanın deneyimlendiği yıllardır. Kimi öğrenci yurtta paylaştığı küçücük odada ömür boyu sürecek dostluklar kurar, kimi ev arkadaşlığıyla paylaşmayı öğrenir.
Yerleşme sürecinin zorluğu elbette göz ardı edilemez. Barınma sorunları, yüksek kiralar, şehir dışından gelenler için uyum sıkıntıları… Ancak bütün bu engelleri aşan gençler, birkaç ay sonra kendilerini hiç de yabancısı olmadıkları bir ortamda bulurlar. Çünkü üniversite, yalnızca derslerin işlendiği bir kurum değil; aynı zamanda bir şehrin kapılarının ardına kadar açıldığı, insanın kendini ve hayatı tanıdığı bir yolculuktur.
Bugün yollara valizleriyle düşen gençlerin heyecanı, aslında hepimize hatırlatır: Başlangıçların gücü vardır. Her yeni akademik yıl, umut ve değişim demektir. Üniversiteye adım atan tüm öğrenciler, hem kendileri hem de ülkenin geleceği için yeni bir hikâyeye başlıyor. Ve bu hikâyenin en güzel tarafı, henüz yazılmamış olmasıdır.