Eskiden mahalle, sadece evlerin yan yana dizildiği bir alan değildi; bir yaşam biçimiydi. Çocukların sokakta top oynadığı, annelerin kapı önlerinde sohbet ettiği, herkesin birbirinin derdinden haberdar olduğu bir sosyal düzen vardı. Mahalle bakkalı, kahvesi, berberi adeta toplumsal hafızanın taşıyıcısıydı.
Bugün ise apartmanların yükselmesiyle birlikte bu kültür yavaş yavaş kayboluyor. Aynı apartmanda yıllardır oturan insanların birbirinin adını bile bilmediği, selam vermekten bile çekindiği bir yalnızlık hâkim. Beton duvarlar sadece mekânları değil, kalplerimizi de birbirinden ayırıyor.
Elbette apartman yaşamının kolaylıkları var: güvenlik, konfor, merkezi bir düzen… Ancak bu düzen, insanı insana yakınlaştırmıyor. Çocuklar artık sokak oyunlarını bilmiyor; onların dünyası tablet ekranlarında sınırlı. Komşuluk dediğimiz değer ise, sadece acil durumlarda kapısı çalınan bir formaliteye dönüşmüş durumda.
Belki de asıl mesele şu: Biz “mahalle”yi sadece mekân değil, bir ruh olarak görmeyi unuttuk. Mahalle, birbirine sahip çıkmaktı. Birinin başı derde girdiğinde herkesin koşup yardıma gitmesiydi. Çocukların güvenle büyüyebildiği, yaşlıların yalnız hissetmediği bir dayanışmaydı.
Bugün apartmanlarda o ruhu yeniden canlandırmak elimizde. Asansörde bir tebessümle başlar, kapı önünde hal hatır sormayla devam eder. Belki yeniden “komşu” olmayı hatırladığımızda, beton duvarların arkasında kaybolan sıcaklığı geri getirebiliriz.
Çünkü şehir ne kadar büyürse büyüsün, insanın ihtiyacı aynı: bir selam, bir gülüş, bir paylaşım.