Açık konuşalım… Bu maça çıkmadan önce hepimiz İspanya’yı ağır favori görüyorduk. Konya’daki 6–0’ın izi silinmemiş, üstüne bir de rotasyonlu, kulüplerinde az oynayanlardan kurulmuş 11’i görünce “Bu iş ağır farka gider” diyen çoktu. Dakika 4’te golü de yiyince, Türkiye’de milyonlarca insanın aklından aynı cümle geçti: “Yine hezimet geliyor.” Ama bu kez senaryo öyle yazılmadı; bu sefer çökmedik.

İspanya bu maça üç unvanla çıktı: Tüm maçlarını kazanmak, gol yememek ve grubu namağlup bitirmek. Maç bittiğinde bu üç tacın ikisi yere düştü. Artık ne tüm maçlarını kazanan takım, ne de gol yemeden devam eden bir ekipler; ellerinde sadece “namağlup” etiketi kaldı. Bunu da tam kadro değil, rotasyon kokan bir Türkiye yaptı.

Rakamlar sert: %73’e %27 topla oynama, 709’a 230 pas, 21’e 13 şut… Kâğıt “oyun İspanya’da” diyor ama bir şey daha söylüyor: 21 şuta karşı 13 şut, 9 isabetliye karşı 7 isabet bulmuşsun. Yani sadece dayanmak için sahaya çıkmamış, her çıktığında dişe dokunur tehdit üretmişsin. Top onların ayağında, ama maça ruh katan taraf bizdik.

Bu gecenin en büyük direği kalede durdu. Altay, La Cartuja’da kalesinde devleşti. İlk yarıda ve son bölümde “bu gol” diye kalktığımız pozisyonlarda yaptığı kurtarışlar, tabelenin 6–0’a değil, 2–2’ye yazılmasını sağladı. İspanya seviyesinde rakibe karşı böyle bir maç oynuyorsan, kalecin seni oyunda tutacak; Altay bunu fazlasıyla yaptı.

Hücumda sahneye önce Deniz Gül çıktı. 42’de Orkun’un kullandığı kornerde, Barış Alper topu altıpas içine indirdi, karambolde doğru yerde bekleyen santrfor topu önünde buldu ve affetmedi. Bu gol sadece 1–1’i getirmedi; genç bir 9 numaranın İspanya deplasmanında “Bu sahne benim de sahnem” dediği andı. Yıllardır santrforsuz, sahte dokuzla boğuşan bir milli takım için, bu vuruşun değeri tabeladan büyük.

İkinci perdeyi Salih Özcan yazdı. 54’te Orkun’un pasıyla ceza sahası yayı civarında topla buluştu, çekti, düzeltti ve yerden sağ köşeye çok temiz bir şut gönderdi. Unai Simón sadece baktı, topu fileden çıkardı: 1–2 Türkiye. “Risk almayalım, uzaktan vurmayalım” ezberi bu vuruşla çöpe gitti. “Ritmi yok” denilen Salih, lafla değil, topla konuştu; İspanya’nın gol yememe hayalini tek vuruşta dağıttı.

Peki her şey toz pembe mi? Değil. Üç stoperle sahaya çıkıyorsun ama ceza sahasında adam paylaşımında yine boş kalanlar, bir adım geç yapılan hamleler, basit pozisyon hataları var. Bu seviyede, bu rakibe karşı bu kadar küçük ama öldürücü hatalar yaptığında, faturayı keserler; Oyarzabal’ın golü tam olarak bunun karşılığı. Altay’ı övüyoruz ama aynı ciddiyetle şunu da söylemek zorundayız: Savunma organizasyonunu bu seviyeye çıkarmadan play-off’u geçmek çok zor.

Sonuç mu? Hezimet beklediğimiz gecede, rotasyonlu Türkiye İspanya’ya iki unvan kaybettirdi ve sahadan 2–2 ile çıktı. Skor değerli, özgüven daha da değerli. Ama bu maçtan çıkacak gerçek ders şu: Doğru santrforla, cesur orta sahayla, bu kaleci formuyla play-off’ta her rakibe kafa tutarız; savunmadaki basit hataları düzeltmezsek, aynı hikâyeyi sonsuza kadar gerilim filmi gibi izleriz.

İşin özeti: Sevilla gecesi “felaket” diye beklenen bir randevudan, Türkiye adına “devam et ama aklını da yanına al” mesajıyla dönüldü.