Sosyal medyanın parlayan yıldızları artık televizyon ekranlarından değil, doğrudan telefon ekranlarımızdan sesleniyor. Makyaj yapan, gezen, kahve içen, giyinen, gülen… Yani “yaşayan” insanlar. Onları izliyoruz, beğeniyoruz, bazen imreniyoruz. Peki bu insanlar sadece “paylaşım” mı yapıyor, yoksa gerçekten bir meslek mi icra ediyor?

Birçoğu için influencerlık, modern çağın yeni iş modeli. Markalarla iş birliği yapıyorlar, kampanyalar yürütüyorlar, reklam sektörünün neredeyse ayrılmaz bir parçası hâline geldiler. Kimi milyonlar kazanıyor, kimi sadece birkaç ürünle yetiniyor. Ama ortak nokta şu: Hepsi dijital dünyanın görünür yüzleri. Bu görünürlük, bir “iş” olmanın ötesinde, bir kimlik hâline geldi.

Yine de perde arkasında farklı bir tablo var. Işıkların altında parlayan o hayatlar, sürekli bir üretim baskısının, etkileşim kaygısının ve algoritma savaşlarının ürünü. Her gün “daha fazlası” için mücadele eden, görünmediğinde unutulmaktan korkan insanlar… Samimiyetin bile stratejiye dönüştüğü bu çağda, gerçek ile kurgu arasındaki çizgi neredeyse silindi.

Influencerlık, evet, bugün bir meslek. Ama bir yandan da iyi kurgulanmış bir illüzyon. Çünkü bu işin temelinde “görünmek” var. Her şey doğru açı, doğru ışık ve doğru kelimelerle örülmüş bir algı dünyası. Biz izledikçe, beğendikçe, yorum yaptıkça bu sistem dönmeye devam ediyor.

Belki de asıl soru şu: Biz gerçekten onları mı izliyoruz, yoksa onların kurduğu mükemmel illüzyonda kendimizi mi arıyoruz?