Yükseklerde bir dağ vardır, puslu ufukların ötesinde, adı bile çoğu zaman fısıltılarla anılır: Cesaret Dağı. Ne haritalarda tam yerini bulursun ne de yollar onun eteklerine kolayca ulaşır. Çünkü bu dağ, coğrafi bir yükselti değil; ruhun, iradenin, inancın zirvesidir. Ve bu dağın doruğunda, bir şey eksiktir: korku.

Korku, insanların çoğunun ilk nefesiyle içine çektiği, çoğu zaman bırakmaya cesaret edemediği eski bir dost gibidir. Hayatta kalmanın içgüdüsüyle harmanlanmış, kaçmanın bin bir kılığa bürünmüş hali… Ama bu dağda o rüzgar esmez. Çünkü burada kalmak, o korkudan arınmakla mümkündür.

Cesaret Dağı'na tırmanmak isteyen herkes önce kendi gölgeleriyle yüzleşir. Kendi karanlık yanlarını, bastırılmış endişelerini, "ya yapamazsam"larını sırt çantasına koyup yola çıkar. Yolun başı kolay görünür. Birkaç adımda gurur gelir, ardından umut. Ama sonra dağ büyür. Yokuşlar dikleşir, nefesler daralır. Her adım bir sorgulama, her adım bir karar anıdır. Ve çoğu yolcu, korkularıyla göz göze geldiği o ilk dönemeçte geri döner.

Fakat bazıları kalır. Onlar farklıdır. Korkuyu tanır ama ona teslim olmaz. Ellerini dikenli çalılara daldırarak yürür, kalbi yerinden çıkacak gibi atarken bile adım atmaya devam eder. Ve zamanla korku, içlerindeki ışığın altında silinir, gölgeler ışığa karışır. İşte o zaman dağın havası değişir. O yükseklik, temiz ve berrak bir sessizlikle dolar. Bu sessizlikte ne "ya başarısız olursam" sorusu vardır, ne de "başkaları ne der" düşüncesi.

Zirveye varanların gözleri farklı bakar. Onlar acının içinden geçmiştir ama yara izlerini onur madalyası gibi taşırlar. Onlar yalnız yürümüş, yalnız direnmiş, yalnız güçlenmişlerdir. Cesaret, onların etini sarmış bir zırh gibidir artık. Ve o zırhın içinde korku barınmaz. Çünkü korku, cesaretin yıkamadığı duvarlara tutunur. Ama bu dağda öyle duvarlar kalmaz.

Bu yüzden, Cesaret Dağı’nın zirvesinde korku rüzgarı esmez. Orada yalnızca özgürlüğün hafif esintisi dolaşır. O esinti, yaşamın ta kendisidir: korkusuz, yalın, gerçek.