Saat ve vakit, son iki yüz yıllık siyasi ve sosyal meselelerimiz açısından oldukça sıra dışı kavramlardır. Zaman muhayyilemizin ve bize zamanı gösteren saatlerin, – Endüstri Devrimi’nden ve 1789 Burjuva Devrimi’nden sonra gayriinsani biçimde değiştiğini söylemeliyiz. Ama tıpkı Avrupalılar gibi, 1800’lü yılların Osmanlı’sında da bizler ‘zamanı tam manasıyla ölçen’ saatleri pek sevdiğimiz aşikârdır. 1800’lerden önce de mekanik saatler vardı, – 1500’lerde ilk saat bize İngilizlerden gelmişti, ancak saatler ‘kesinlik’ ve ‘doğruluk’ kazanmamıştı.
Eskinin aksine, yeni ve modern saat ‘dakik’ idi ve zamanı tam manasıyla ‘kesin’ bir şekilde ölçebiliyordu. Osmanlı’da saatlerin yaygın olarak kullanılmasından önce Osmanlı insanı zamanı ‘takribi’ olarak algılıyor, işlerini ‘ezan’a göre tertip ediyordu. Tanzimat’la beraber modern bürokrasinin Bâbıâlî devlet dairelerinde gelişmesiyle ‘mesai’ kavramı ortaya çıktı. Yine, Reşid Paşa ve Abdülmecid devrinde İstanbul’a Şehir Hatları Vapuru’nun gelmesiyle ‘vapur saatleri’ gibi bir durum ortaya çıkmış, iskeleden kalkacak olan vapurlara ‘tam saatinde yetişmek’ gerekmiş ve saatlerin önemi artmıştır. Bu konuda, Avner Wishnitzer’ın Reading Clocks, Alla Turca (Alaturka Saatleri Ayarlama – Geç Osmanlı’da Zaman ve Toplum) kitabı dikkate değerdir. Wishnitzer’ın İsrailli bir akademisyen olduğunu belirteyim. Filistin’in soykırıma maruz kaldığı ve vahşetin şiddetlenerek arttığı bugünlerde bütün İsraillilerin barbar ve siyonist bir ideolojinin parçası olmadığını temenni ettiğimizi ifade edelim.
Bütün bunları ne demeye anlatıyorum? Türkiye topraklarında son iki yüzyıldır daha önceden olmayan başka bir boyuta intikâl ettiğimizi söylemeye çalışıyorum. Modern hayatla beraber ‘zaman algısı’ insan haysiyetine ve onuruna yakışır olmaktan çıktı. Tam da burada, Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” yazısını hatırlatmakta yarar var. Burada yazıdan uzun alıntı yapmayacağım, ilgililer Haşim’in kısa metnini okuyabilir. Ama birkaç not aktarmakta yarar var:
Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz vardı. Bunun da ötesinde, yirmi dört saatlik zaman algısı tamamen moderndi ve eski saatlerde tanınmazdı. Yeni saat ve takvimin aksine hicri zamanda yaşantının durağan olmayan ve sürekli değişen vakitlerle mündemiç olması insan tabiatına daha uygundu. Sabah fecir ile başlıyordu ama artık hemen hemen herkes, bu yeni saatler dünyasında “yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken” uyuyordu. Ahmet Haşim, “Müslüman Saati” yazısında şöyle diyor: “Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık.” Böylece, Müslüman’ın saati de değişti. Tanzimat’la başlayan yeni ve modern dünyanın ‘sözde’ parçası olduk.
Saatleri tam olarak saniyesi saniyesine ayarlamak… Yani, dakiklik. Aslında Tanzimat devrinde yeni teknik ve modern dünyada saatler ile zaman tahayyülünün yeni bir boyut kazanması o dönemle sınırlı kalmadı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras alınanların arasında saat ve zaman algımız da vardı.
Cumhuriyet döneminde uzun yıllar boyunca evimizin ortasındaki sarkaçlı saati ve kol saatlerimizi saniyesi saniyesine doğru olacak şekilde ayarladık. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanında 70’li yıllarda Füsun da evlerindeki sarkaçlı saati televizyondaki TRT saatine göre ayarlıyordu.
Mekanik saatler varken saatleri mütemadiyen ayarlama ihtiyacı da söz konusuydu. 80’li yıllarda Quartz pilli saatlerin yaygınlaşmasıyla mertlik bozuldu. Saati tamı tamına ayarlamak yalnızca otomatik yahut kurmalı saat kullananlara kaldı. Bu fark dahi zamanı algılayışımızın ne denli farklılık gösterebileceğine ve yıllar geçtikçe dönüşebileceğine güzel bir örnektir.
Saatlerden söz açılmışken risale hacmindeki artık sahaflara düşmüş bir kitabın notunu buraya düşelim: Saatin Hikâyesi, Hasan Ali Ediz (Doğan Kardeş).
Gazi Giray Günaydın