Sabah gözünü açar açmaz başlıyor gün. Alarm sesiyle irkilerek uyanıyoruz. Hemen telefona sarılıp bildirimlere göz atıyoruz. Kahvaltı çoğu zaman ikinci plana atılıyor; bir yudum çay, iki lokma ekmekle çıkıyoruz evden. Sonra sokaklara, otobüslere, trafiğe karışıyoruz. Herkesin bir yere yetişme telaşı var ama kimse gerçekten nereye gittiğini bilmiyor.
Günlük hayat bir yarışa dönüşmüş durumda. Bitmeyen toplantılar, yetişmesi gereken işler, yapılacaklar listesi… Tüm bunlara bir de sosyal medya üzerinden “aktif” görünme baskısı ekleniyor. Hikâyeler, gönderiler, beğeniler, yorumlar… Sanki hayatta olduğumuzu orada ispat etmemiz gerekiyormuş gibi. Ama ne yazık ki bu görünürlüğün içinde asıl görünmeyen şey biziz: kendi benliğimiz, iç dünyamız, hislerimiz.
Zaman geçtikçe fark ediyoruz ki bir şeyler eksik. Sabah uyanmak için değil, sadece hayatta kalmak için kalkıyoruz yataktan. İşe gidiyoruz ama üretmenin keyfini değil, tükenmişliğin ağırlığını taşıyoruz. Bir yemeği sadece karnımız doysun diye yiyoruz, bir sohbeti sadece görev bilinciyle yapıyoruz. Ruh yok, duygu yok, samimiyet yok.
Peki, ne zaman durup bir nefes alıyoruz? Ne zaman gerçekten dinliyoruz kendimizi? Mutlu muyuz, huzurlu muyuz, bir şeyler yolunda mı? Bu soruları sormaya bile vaktimiz olmuyor çoğu zaman. Çünkü düşünmeye başlarsak, belki de kaçtığımız cevaplarla yüzleşeceğiz. Ve bu yüzleşme, bugüne dek ötelediğimiz birçok gerçeği su yüzüne çıkaracak.
Oysa ki yaşam dediğimiz şey, tüm bu küçük anlardan ibaret. Bir fincan kahveyi sakin sakin içmekten, bir çocuğun gülümsemesini fark etmekten, sevdiğin birine sarılmaktan, yürürken gökyüzüne bakmaktan geçiyor huzur. Koşarken değil, yavaşladığımızda anlam kazanıyor hayat. Bazen bir bankta oturup etrafı izlemek, içimizdeki sessizliğe kulak vermek en büyük ihtiyaç olabiliyor.
Modern hayat bize hep daha fazlasını dayatıyor: daha çok çalış, daha çok kazan, daha çok göster. Ama “daha çok” dediğimiz şey, çoğu zaman “daha az” mutluluk anlamına geliyor. Çünkü niceliğe odaklandıkça niteliği yitiriyoruz. Oysa az ama öz bir yaşam, kendinle uyumlu bir hayat çok daha kıymetli.
Kendimizi unutmadan yaşamak zorundayız. Çünkü en çok kendimize lazımız. Dünya bizsiz de dönmeye devam edecek ama biz, kendi içimizde kaybolursak o döngü hiçbir anlam ifade etmeyecek. Kendine zaman ayırmak bir lüks değil, bir ihtiyaç. Bu dünyada gerçekten var olmanın yolu, önce kendinle barışmaktan geçiyor.
Belki de şimdi tam zamanı: bir adım geri çekilmek, kendine “Nasılsın?” diye sormak ve gerçekten dürüst bir yanıt almak. Çünkü hayat, ertelemeye gelmeyecek kadar kısa ve öz benliğimizi ihmal etmeyecek kadar değerli.