Herkes
öyle veya böyle
bir dert içinde...
Kimi ailevi sorunlarla
kimi
hastalıklarla
kimi de
maddi sıkıntılarla
boğuşuyor...
Biri biterken
diğeri başlayan
ama tükenmek bilmeyen
dertler var...
Allah,
"Çaresiz dert"
vermesin yeter ki..
Sonuçta, bu hayat,
herkes için
bir "İmtihan"...
Mesele, bu süreçte
iyi insan olabilmek
ve sağlıklı
yaşayarak,
emaneti sahibine
teslim etmektir...
Herkesin bir derdi,
bir sıkıntısı var, demiştik...
Ancak, sıkıntılı olmak demek;
içinde yaşadığı
sorunların
acısını
başkalarından,
hele de pırıl pırıl yürekli
gençlerden çıkarmak hiç değil!..
Pire için yorgan
yakmak,
zamanla
insanı
yalnızlık girdabına
düşürür;
sonrasında
kalabalıklar arasında
kayboluşlar başlar...
Kimler geldi, kimler geçti...
Kimler neydi, ne oldu?..
Hangi makam ve mevkide ya da zenginlikte olursak olalım;
zaman zaman geriye dönüp,
geçmişe bakmak ve "Neydik ne olduk?" diye
kendi kendimize de sormak gerekir...
Mahkemeler kadıya mülk değil, zaten...
O yüzden
gençlerle
muhatap olurken;
kabalık
yaparak, kalp kırmanın
bir anlamı yok...
O gençlerin de
söyleyecek sözü vardır elbette...
Suskunlukları,
korkudan değil;
adap ve edep bilmektendir...
Bu tip davranış ve söylemleri
sıklıkla tekrar
edenlere
bir hatırlatma yapalım:
Kabağın da bir sahibi vardır...
Tıpkı, öyküde olduğu gibi...
* * *
"Vaktiyle bir derviş, nefis mücadelesinin sonuna gelir.
Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten ve gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat, iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir.
Her türlü görünür süslerden arınması gerekmektedir. Saç, sakal, bıyık vs…
Derviş de usule uygun hareket eder ve soluğu berberde alır.
"Vur usturayı berber efendi" der.
Berber, dervişin saçlarını kazımaya başlar.
Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır ki, daha sol tarafa geçmeden, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı içeri girer.
Doğruca dervişin yanına gelir ve başının kazınmış olan kısmına okkalı bir tokat atarak;
"Kalk bakalım kabak… Kalk da, tıraşımızı olalım" diye kükrer.
Dervişlik bu ya "Sövene dilsiz, vurana elsiz" olmak gerek.
Derviş; usulca yerinden kalkar.
Korkudan ses çıkaramayan
berber, mahcuptur.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar.
Fakat küstah kabadayı, tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder; "Kabak aşağı, kabak yukarı"…
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar.
Kabadayı caddenin ortasındayken,
geminden boşalan bir at arabası, yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalır, hiçbir tarafa kaçamaz. İki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir, kabadayının karnına saplanır. Kabadayı orada can verir...
Berber ise şaşkınlık içinde
bir kabadayıya bir de dervişe bakar;
"Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?" der.
Derviş, mahzun ve düşünceli bir biçimde,
"Vallahi gücenmedim ona, hakkımı da helal etmiştim.
Gel gör ki, bu kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı"...
* * *
Şimdi merak içinde
yazının muhatabı "Kim?" diye merak edenler
olacaktır...
Bana da sormayın!..
O kendini bilecektir!..