“Eski Ramazanlar nerede, eski bayramlar nerede?” sorusu, her yıl aynı dönemde hepimizin diline dolanır. Aslında ortada geçmişi bugünden daha üstün kılan somut bir tablo yok; güçlü olan şey, hatıralarımızın bıraktığı izdir. Çünkü insan, yaşarken fark etmediği küçük mutlulukları yıllar geçtikçe büyütür, sade anları anlamla doldurur.
Eskiden Ramazan demek, evde kaynayan iftar hazırlığının kokusu, sokakta davulun yankısı, mahallenin birbirine karışan sesi demekti. O günlerde hayat bugünkü kadar hızlı akmazdı. İnsanlar aynı sofrada buluşur, bir lokmanın bereketi çok daha kalabalığa yeterdi. Şimdiyse zamana yetişme telaşı, bu ritüelleri geri plana itiyor. Aynı sofralar hâlâ kuruluyor ama aynı yavaşlık, aynı derinlik, aynı sohbet artık çoğu evde yok.
Bayramlar için de durum farklı değil. Çocukken elimizde tuttuğumuz harçlık, büyüklerin başımızı okşaması, kapı kapı dolaştığımız ziyaretler… Bunlar bize sadece bayramı değil, kendimizi değerli hissettiğimiz bir dönemi hatırlatıyor. Bugün teknolojiyle hızlanan hayat, bu temasları seyreltti. İnsanlar hâlâ bayramlaşıyor ama ekran üzerinden, mesafe daha yakın; duygu daha uzak.
Eski Ramazanlar ve eski bayramlar, aslında kaybettiğimiz bir şeyin adı değil. Onlar, çocukluğumuzun duru hafızası. Aynı sofrayı paylaşmanın, aynı duyguda buluşmanın, aynı neşeyi hissetmenin bıraktığı sıcaklık. Bu yüzden ne zaman dönüp geçmişe baksak, hatırladıklarımız gerçekte olduğundan daha parlak görünür. Çünkü “eski” sandığımız o güzel günler, aslında içimizde kalan en temiz zamanlardır.