Bir zamanlar insanı diğer tüm canlılardan ayıran şeyler vardı: düşünmek, üretmek, hatırlamak, merak etmek… Bugün bu özelliklerin önemli bir kısmını makinelere öğretmenin gururunu yaşıyoruz. Yapay zekâ yazıyor, hesaplıyor, çiziyor, hatta konuşuyor. Peki hiç durup şu soruyu sorduk mu: Makinelere öğrettiklerimiz artarken, bizden eksilen ne?
Teknolojiye dair tartışmalar genelde hız, verimlilik ve kolaylık etrafında dönüyor. Daha hızlı cevaplar, daha az emek, daha çok zaman… Kulağa harika geliyor. Ancak bu “kazanımların” arka planında sessiz bir kayıp yaşanıyor. Navigasyon uygulamaları sayesinde kaybolmuyoruz ama yön duygumuzu yitiriyoruz. Arama motorlarıyla her bilgiye ulaşıyoruz ama hatırlama kaslarımız zayıflıyor. Otomatik düzeltme yazım hatalarımızı gideriyor ama dili gerçekten bilme ihtiyacımız azalıyor.
Eskiden bir problemi çözmek için düşünürdük. Şimdi önce makineye soruyoruz. Bu kötü mü? Hayır. Ama düşünmeden, sorgulamadan, sadece sonucu kabullenerek ilerlediğimizde zihinsel tembellik kaçınılmaz oluyor. Makineler bizim yerimize düşünmeye başladıkça, biz düşünmenin zahmetinden uzaklaşıyoruz.
Bir başka eksilen şey de sabır. Yapay zekâ saniyeler içinde metin yazıyor, görüntü üretiyor, analiz yapıyor. Biz ise yavaş süreçlere tahammül edemez hale geliyoruz. Bir fikrin olgunlaşmasını, bir yazının demlenmesini, bir hatanın bize bir şey öğretmesini beklemek istemiyoruz. Oysa insanı insan yapan biraz da bu bekleyişler, bu çabalar değil miydi?
Üretim tarafında da benzer bir durum var. Makineler bizim stilimizi öğreniyor, kelimelerimizi taklit ediyor, hatta duygularımıza benzer tonlar yakalayabiliyor. Ama tam da bu noktada bir soru daha çıkıyor karşımıza: Eğer herkes aynı araçları, aynı kalıpları kullanıyorsa özgünlük nereye gidiyor? Her şey “iyi” ama birbirine benzer olduğunda, gerçekten iyi olmaya devam eder mi?
Elbette mesele teknolojiye karşı çıkmak değil. Tarih boyunca insan, kendini geliştirmek için araçlar üretti. Tekerlek, matbaa, elektrik… Hiçbiri insanı eksiltmedi; aksine dönüştürdü. Ancak bugün fark şu: İlk kez, düşünmenin ve üretmenin merkezine dokunan araçlar geliştiriyoruz. Ve bu araçlar ne kadar akıllı olursa, bizim ne kadar bilinçli kaldığımız daha da önemli hale geliyor.
Belki de asıl soru şu olmalı: Biz makinelere ne öğretiyoruzdan çok, onlarla yaşarken kendimizi nasıl koruyoruz? Merak duygumuzu canlı tutabiliyor muyuz? Bir cevabı hazır almak yerine, bazen yanlış da olsa kendimiz düşünmeyi seçiyor muyuz? Hızın cazibesine kapılıp derinliği feda ediyor muyuz?
Makineler yorulmaz, unutmaz, sıkılmaz. Ama hissetmez de. Anlam yüklemez, hatadan ders çıkarmaz. Bunlar hâlâ bize ait. Eğer bu özellikleri de tamamen devredersek, geriye sadece “kullanan” ama üretmeyen, düşünen ama sorgulamayan bir insan kalır.
Belki çözüm, teknolojiyi bir koltuk değneği gibi görmekte yatıyor. Sürekli yaslandığımızda yürümeyi unuturuz; ama doğru zamanda kullanırsak yolumuzu uzatır. Yapay zekâ da böyle. Bizi tamamladığında güçlü, yerimize geçtiğinde tehlikeli.
Sonuçta mesele makinelerin ne kadar akıllı olduğu değil, bizim ne kadar farkında olduğumuz. Öğrettiklerimizle gurur duyarken, kendimizden eksilttiklerimizi de fark edebiliyor muyuz? Asıl sınav belki de tam burada başlıyor.