Hayatta, sebep-sonuç ilişkileri izah edilemeyen inanılması güç olaylar yaşandığında; şans, tesadüf ve mucize gibi sözcüklerle anlatılmaya çalışılan şey, aslında Allah'ın takdiridir, kaderdir... Hani, bir binanın 8. katından düşen kişinin burnu bile kanamadan kurtulması ya da ayağı kaldırıma takıldıktan sonra orada hayat kaybetmek... Yani işin özü, inananlar için "Vade" meselesidir... Tıpkı, Cüneyt Eren'in öyküsündeki babanın yaşadığı gibi... * * * Ardından kapının gürültü ile çarpılması bir mesaj sayılırdı. Bu ne ilk ne de son olacaktı onun için. Birden onunla tanıştığı günlere hızlı bir seyahate çıktı. ‘Nereden nereye?’ dedi kendi kendine. Nereden nereye? Oysa eşini gerçekten çok seviyordu. "Bir bilse, bir anlasa" diyordu kendi kendine... Ama nasıl? Her şey o arkadaşı ile tanışmasının ardından değişmişti. Ama her şey... Artık çevresine, kendine ve dünyaya, bir başka bakar olmuştu. Çevresindeki olaylar başıboş değildi, kendisi gibi... Bir sona doğru gidiliyordu. Bir son, ama gerçek başlangıç. Hayatı tanımıştı. Kendini tanımıştı. Nereden geldiğini ve nereye gittiğini idrak etmişti. Sorumluluklarını idrak etmişti. Bunca yıldan sonra gözyaşı ile tanışmış, içi içine sığmamıştı adeta. Ailesini de çekmeye çalıştı durduğu yere. O çok sevdiği bir tanesini ve henüz beşini yeni tamamlamış ciğerparesi tatlı yavrusunu... Onlarsız tamamlanmazdı güzellik, onlarsız olmazdı kemal. Ancak, her şey arzu ettiği gibi olmamış, kendini ve derdini anlatamamıştı. Her gün ayrı ızdırap, her gün ayrı azap olmuştu onun için. Yaşadığı huzuru, seyerân ettiği alemi onlarla paylaşmak için canhıraş çabalıyor, ancak hüsn-ü kabul görmüyordu. Ayrı dünyaların ayrı iki insanı olmuşlardı adeta. Hatta duygu ve düşüncelerinin iması bile ağır hakaret kabul edilir olmuş, tepkiyle karşılaşmıştı. Yine o günlerden biriydi. Gönül dostlarıyla hafta sonu için şehir dışına çıkmak istediğini söylemiş, uzak değil yakın çevreymiş bu... ‘Sadece hafta sonu, iki veya bilemedin üç gün’ demişti. Yine aynı tepkiyle karşılaşmış; ‘Bizi kime emanet ediyorsun?’ sorusuna, düşünmeden, ‘Allah’a!’ diye yanıtlamıştı... Nasıl söylemişti, o da farkında değildi, ama ağzından çıkıvermişti işte? Hatta bu sefer beklemediği bir tarzda arkasından kapı çarpılmış, artık sabredemeyeceği, bavulunu toplayıp babasının evine gideceği tehdidi savrulmuştu kapının ardından. İkinci günüydü evinden ayrılışının. Oysa her an onlarla beraber geçirmişti saatleri, dakikaları. Ne kadar seviyordu, ama ne kadar... Bir bilselerdi... ‘Acaba’ diyordu kendi kendine... ‘Acaba bir delilik yapar mı?’ Seyahatleri sırasında eskilerden bir doktor ziyaret edilecekti. Eskilerden... O da onu ilk defa görecekti. Hastane merdivenlerinden çıkarken, gel-gitler yaşadı kendisiyle... Ne yapıyordu burada? Niçin gelmişti sanki? Aklına gözünün nuru ve bir tanesi geldi. Sevdikleri kilometreler ötesindeydi. Kendisi ise buradaydı. Acaba diyordu, yine kendi kendine... Acaba?! O esnada bir anons duyuldu hastane hoparlöründen. A- RH negatif kan aranıyordu. Yani kendi kan grubu... ‘Acil bir hasta için’, anonsuna karşı duyarsız kalamazdı, kan verip yardımcı olmalıydı... Dostlarına iletti arzusunu. Memnuniyetle karşılandı. Gerekli işlemler için yatağa uzandığında karşısında bir tanesini gördü. Çaresizlikten saçını başını yoluyor, adeta çırpınıyordu. Uzun arayışlardan sonra kan bulundu müjdesinin heyecanından kocasını tanıyamamış görünüyordu. Toplanmış bavullarla babaevine gidilirken yolda meydana gelen kazanın ardından civardaki en yakın hastaneye yetiştirilen ciğerparesine yine kendisi tarafından can veriliyor olması, daha evvelki gün evden çıkarken karısına düşünmeden verdiği ‘Allah’a...’ cevabıyla adeta örtüşüyordu. * * * Bugününüz dünden daha iyi olsun. Sağlıklı ve huzurlu günler dileğiyle...