Bu yasağın bertaraf edilmesinde kullanılan en etkili yol, daha sonra İslâm dünyasında da görülen, tüketim ödüncü ile ticarî ödüncü birbirinden ayırma teşebbüsü oldu. Tüketim ödüncüne ribâ deyip reddetme, ticarî ödünce faiz deyip kabul etme yöntemi, dindeki yasakla faizli kredilere olan ihtiyacı bağdaştırma yolunda ısrarla kullanıldı. Bu görüşün mensuplarına göre, faiz sermayenin üretkenliği, en azından üretken kullanımlara uygulanabilirliği sebebiyle meşrudur. Nitekim önceleri muhalefet etmesine rağmen daha sonra ticarî amaçla faizli ödünç almanın câiz olduğunu ilk defa ciddi surette savunan Hristiyan reformcusu Jean Calvin, faizi günah olmaktan çıkarma yolunda gayret sarf ederken; tüketimle üretim ödüncünü, dolayısıyla ribâ ile faizi birbirinden ayırma yöntemini kullandı. Böylece söz konusu yöntem kapitalizmin doğuşunda zorunlu bir yardım eli olarak kendini gösterdi. Bundan sonra ribâ ile faiz birbirinden farklı görülerek, ayrı hükümlere tâbi tutuldu ve nihayet 1789 Fransız İhtilâli sonrasında kanunun belirlediği sınırlar çerçevesinde faizli işlemlere resmen izin verildi.
Kilisenin faiz konusundaki tavrının değişmesinden itibaren faizin kaynağını, sebebini ve haklılığını açıklamaya çalışan teoriler ortaya konmaya başlandı. Merkantilistler faizi, arazinin icarı ve gayrimenkullerin kirasıyla aynı hükümde ve değerde tutarak, “Faiz de kapitalin kirasıdır” demişlerdir. Fizyokratlara göre ise ancak toprak üretkendir. Şu halde getirim temin eden bir toprak satın almaya yarayan bir meblağ ödünç verildiğinde bu getirim kadar faize hak kazanmalıdır. Klasik iktisatçılardan John Baptiste Say ve Roscher sermayeyi emeğe benzeterek, işçinin emeğiyle kazandığı değere ücret denildiği gibi sermayenin üretime katılma payını da faiz terimiyle ifade etmek gerektiğini belirtmiş ve kredinin üretim araçları sağladığını, dolayısıyla faizin sermaye tarafından üretilmiş bir gelir payı olduğunu savunmuşlardır. Bu görüş sermayenin prodüktivitesi teorileri arasında yer almaktadır. Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik iktisatçılar faizi, ödünç alanın paradan sağlayacağı kâr için ödünç verene ödediği karşılık olarak ele almışlardır.
Tasarrufun fedakârlığı ve aynı zamanda paranın sağlayacağı tatminden vazgeçmeyi gerektirdiği tezini ilk olarak ortaya atan Nassau Senior’ün görüşü, zenginlerin en küçük bir sıkıntıya katlanmadan tasarrufta bulundukları gerekçesiyle birçok tenkide mâruz kaldı (Schumpeter, s. 147). Bu sebeple Alfred Marshal, “fedakârlık” veya “el çekme” yerine “bekleme” ifadesini koydu. Marshal’a göre tasarruf eden bugünkü tüketimi gelecek bir güne ertelemiştir. Bunun için bir özendiriciye ihtiyaç vardır, bu da faizdir. J. M. Lauderdale tarafından geliştirilen sermayenin prodüktivitesi teorisi verimliliğe sermayenin tabii bir sonucu olarak bakar. Sermaye emek yerine ikame edilebilmektedir. Bu ikame olayı sermayenin de emek gibi değer ürettiğinin ispatıdır. Faiz kredi kullanımıyla elde edilen değer artışının karşılığıdır. Öyleyse faiz vardır, çünkü sermaye üretim artışına yol açmaktadır. Böhm Bawerk’e göre ise insanlar genellikle günlük ihtiyaçlarını ön planda tutar ve geleceği küçümserler. Önemli olan bugünün ihtiyacı ve bugünün fırsatı olduğundan elde bulunan para, yarın ele geçeceği umulandan daha büyük değer taşır. Gelecekteki 110 liradan bugünkü 100 lira daha kıymetlidir. Şu halde bugünün hazır parası ile yarının belirsiz parası arasında bir acyo vardır ve bir zaman tercihi söz konusudur. Bugünkü malların ileriki mallarla mübadele edilebilmesi için bu acyo farkının kaldırılması gerekir. İşte faiz bu farkı ortadan kaldırmaya yaramaktadır.
Dikkat edilecek olursa Böhm Bawerk, kendisinden on üç asır önce Hz. Peygamber’in işaret ettiği bir gerçeğe temas etmektedir. Resûl-i Ekrem, bir mal veya paranın kendi cinsinden bir mal veya para ile aynı miktarda bile olsa vadeli satışını faiz olacağı gerekçesiyle yasaklamıştır (Buhârî, “Büyûʿ”, 76; Müslim, “Müsâḳāt”, 75). Böhm Bawerk’in bu tespiti, hatalı yönlerine rağmen Hz. Peygamber’in araya zaman unsurunun girmesi sebebiyle vadeli mübadelelerin faiz ihtiva ettiğine dair beyanlarını teyit etmektedir. Ancak Böhm Bawerk, bu değer farklılaşmasının ne yönde tecelli edeceği kesin olarak bilinmemesine rağmen bunu, sermaye sahibinin sabit bir fiyatla (faiz) ödüllendirilmesi gerektiği şeklinde değerlendirip tercihini tek taraflı olarak kullanmış, borçlunun karşılaşabileceği durumları hesaba katmamıştır. Hz. Peygamber ise para ve mal piyasalarının değişkenliği sebebiyle, vadeden doğan değer farklılaşması her iki yönde tecelli edebileceği ve bunu önceden kestirmek mümkün olmadığı için, iki tarafın da hakkını korumak amacıyla kendi cinslerinden vadeli para ve mal mübadelelerini yasaklamıştır.