Şair ve akademisyen Prof. Dr. Hüseyin Köse’nin “Taşlara Düğüm” adlı şiir kitabı yayınlandı.
Taşlara Düğüm, adından da anlaşılacağı üzere, taş hükmünde doğan birinin ayaklarının altındaki kerpiçten toprağı, yani maruz kaldığı süreğen erozyonları anlatıyor özünde… Hem, bu varoluşsal ikilem olmadan, hayatın kerameti nasıl kıymetlenir? Başka bir deyişle, şiir dediğimiz şey, var oluşun dışavurulan gizi değil de nedir? Şair de “gizliliğin rahatlığı yerine, kendini açmanın huzursuzluğunu yeğleyen” birisi olduğuna göre, bu evrensel huzursuzluğu sözcükler aracılığıyla betimlemek, dahası bestelemekten daha doğal ne olabilir…
Taşlara Düğüm isimli kitap, şair ve akademisyen Hüseyin Köse’nin şiir serüveninin beşinci ara durağını oluşturuyor. Öncesinde, “unutmanın mesafesi”ne odaklanan bir kitapla selamlamıştı okuyucuyu, bu sefer hatırlanmaması imkânsız olan ve hatırlandıkça acı veren şeylerin “taş iklimi”ne buyur ediyor bizi; taş, öncelikle “taş’ırılmış hafıza”dır diyerek… Öte yandan, zamanın sustuğudur taş, düğüm düğüm. Kitapta birçok şiir var, bu durumu anlatan, ama bir tanesi var ki, içerdiği duygusal sapmaların yoğunluğu zenginliğiyle, en iyi o anlatıyor: “Şakak Cıvıltısı”. Şöyle başlıyor şiir: “Taş ne yapsın Ferhat’ın şarkısı da silahı da gürz/Kız ne yapsın Ferhat dağ gibi seviyorsa?” Dağlara düğümlü bir sevda, ferah feza eğimlerini yitirmiştir hayata tutunmanın; var mıdır, kalmış mıdır artık böyle bir sevda? Dağlar yerli yerinde durduğuna göre… Şarkıları silah gibi kullanmak hala bir tercih olduğu sürece… Neden olmasın. Vardır elbette. “Şairin toprağı, erozyonu en bol olan topraktır” demişti İlhan Berk. Öyleyse bu sonuncu durumda, taş olmaya eğimli olmadıkça, artık kendiliğinden toprak kayması yaşayan filan da yok günümüzde… Çünkü Köse’nin de deyimiyle; “Hangi tür erozyonu yaşayacağınız hangi tür toprağa bastığınıza bağlı… Humuslu, killi, çorak, sulak, kurak, v.s… Benim şiirim, tüm bu toprak türleri içinde kurak olana en meyyal duranı olmalı ki, diğer onca imkânlı ve kolaycı davranış arasından ‘taşlara düğüm atmak’ gibi bir zorluğu seçiyor her keresinde… Çünkü gündelik olanın sıradanlaştırıcı mantığından süreğen bir kopuşu temel almaksızın yitip gitmenin olanağı yok ve yitiklik duygusu en anlamlı varoluş/bulunuş metafiziğidir günümüzde…” O yüzden belki; “Güne yağmurdan başka pencere yok/Perdelere gerek yok hayat geceyken bunca…” diyor şair. İmge-yoğun bir şiir yazıyor Hüseyin Köse ve her imgeci şiir tarzında olduğu gibi, okuyanı kemalata erdiren bir deruni muhakemeye kapı aralıyor yazdıkları. Bir de, mecazları o kadar sıkı eleklerden geçirilmiş bir şiir ki bu, deyim yerindeyse, dilin en eski devirlerinde, gördüğü ilk güzel şeyi adlandırmakta zorlanan ilk insanın yaşadığı beşeri karmaşanın şaşkınlığı var sanki dizelerinin her zerresinde… Nitekim, şair kendisiyle yapılan bir söyleşide; “Okuyanı dilin içinde yorgun düşürmeyen şiir, şiir değildir” diyor. Bizatihi kendi meramımızı anlatmak için başvurduğumuz “dil aracının içinde yorgun ve yenik düşmek!” adeta üzerinde durulması gereken bir metafor değerinde. Bizce bu sonuncu çarpıcı saptama bile, asıl çalışma alanı iletişim bilimleri olan Hüseyin Köse’nin anlam-iletişim-belirsizlik üçgeni etrafında düşünürken vardığı karamsar bir noktayı örnekliyor. Çünkü devamında şöyle ekliyor Köse; “Dil içinde anlamanın sınırı yoktur, tıpkı özgür iradenin insana verilmiş kaçınılmaz bir ceza olması gibi. Eğer bu doğruysa, insan için sınırları tam olarak belli olmayan bir anlama yetisinin -ve onca yazılı basılı materyale rağmen, hala ortada anlaşılacak binlerce şey olmasının- esenlik verici bir yanı olabilir mi?” Daha çok okuduğumuz, ancak daha az anlayabildiğimiz postmodern bir çağın derinlikten ziyade irtifa kaybettiren garip ironisi de denebilir buna. Söz konusu paradoksun kitapta en belirgin şekilde karşımıza çıktığı dizeler ise şunlar: “Mağrur bakışlarımda müthiş yanlışlardan dönmenin imkânsızlığı/Bazı ürkek sevmelerin kaçak hayaletiydi hayat/Öğretmen ne vakit tahtaya kaldırsa, bildiğim/Ne varsa her şeyi anlatıyordum o yüzden/Oysa sadece sorulana yanıt verir çoğu kişi…” İnsan, bildikçe bilmek ister ve dolayısıyla mutlak bilmenin sınırına hiçbir zaman varamaz asla. Bilgisinin ve yaşamsal tecrübesinin olanca enginliğine rağmen değişmez bir vakıadır bu. Hele de duygu varlığını kuşatan onca belirsizlik varken, olsa olsa; “Hiç kimsenin kimseye öğrettiğiydi aşk şimdi hatırladım” diyebilir… İyi ki de öyledir; her seferinde yeniden öğrenmek zorunda kaldığımız bir şeydir aşk ve diğer şeyler. Aksi halde, yaşamak için bir bahanemiz de olmazdı…
“Taşlara Düğüm” kuşkusuz çok güçlü bir eğretileme; gerçekleşmesi imkânsız şeyler karşısında söylenen, bir zorluğu, ama aynı zamanda direngenliği anlatan, olmazlıktan söz açan… Kitapta bu hissiyatla yoğrulmuş, toplam otuz şiir ve bir de “Epilog” bölümü yer alıyor. İyisi mi, bunca müphem söz arasında okuyucunun kafasında en azından bir son duygusu yer etsin diye, yazıyı bu epilog bölümüyle noktalayalım; aşağıdaki satırlar kitaptaki “Kelimeler Yitiriyor Bende Anlamlarını” isimli düzyazı-şiirden: “Düşte ünlemi kayıp çığlıklardan aramıza dönenler, bir teyakkuz hali gibi dururlar sabahın eşiğinde. Çok taze şeylerse hatırladıkları, ve yeterince uykulu değillerse eğer, yüzlerindeki ince, gergin bir halatla tırmanırlar başkalarının gecesine... Güpegündüz irtifasız bir uçuşturlar. Bıktırıcı, sonu tekdüze bir şarkıyla inerler köksüz yanılgılardan… Oysa ne de ürperticidir karaşın bakışları aynalarda eşyalar boyu gezinirken... Ve yürürlerken bile aslında hiç yürümezler; ilerlemezler hatta bir arpa boyu. Görseniz, sanki gidişleri, ruhunu Araf’ların kılmış bir meczubun en emin adımları... Kelimeler gitgide yitiriyor bende anlamlarını… Kelimeler; metruk ve perişan edilmiş hayallerin o ağır enkazları!”