Bir zamanlar “empati kurmak” insani bir refleks, doğal bir içgüdüydü. Karşımızdakini anlamaya çalışmak, onun yerinde kendimizi hayal etmek, duygusuna ortak olabilmek… Bunlar insan olmanın temel parçalarındandı. Şimdi ise empati, bir “trend” kelimesi. Sosyal medyada bolca kullanılan, konuşmalarda süs niyetine serpiştirilen bir kavram haline geldi.
Artık insanlar “empatik görünmeyi” tercih ediyor. Gerçekten hissetmek yerine, hissetmiş gibi yapıyor. Çünkü görünmek, hissetmekten daha kolay. Bir paylaşım, bir story, bir cümle yetiyor vicdanımızı rahatlatmaya. Oysa empati dediğimiz şey, bir “paylaşım” değil, bir “pay” vermektir. Zamanından, konforundan, yargılarından feragat edebilmektir.
Modern dünyanın hızı, bizi birbirimize yabancılaştırdı. Herkesin derdi var ama kimsenin kimseye vakti yok. Dinlemek bile lüks hale geldi. “Nasılsın?” sorusu artık otomatikleşmiş bir selam, “iyiyim” cevabıysa bir savunma refleksi. Gerçek bir empati için önce gerçekten duymak, hissetmek ve anlamak gerekir. Fakat kimse artık bu kadar “yavaşlamak” istemiyor.
Belki de bu yüzden empati, artık yalnızca görünürde var. Gerçekteyse hepimiz kendi kabuğumuza çekilmiş, başkalarının hikâyelerine kulak tıkıyoruz. Çünkü duymak, sorumluluk getiriyor. Görmezden gelmekse daha rahat.
Ama unutmamak gerek; toplumları ayakta tutan şey “bilgi” değil, “bağ”dır. Ve o bağı kuran da empatiydi. Eğer o bağı tamamen kaybedersek, geriye yalnızca aynı ekranda ama bambaşka dünyalarda yaşayan insanlar kalacak.
Belki de sormalı: Empatiyi kaybetmedik mi, yoksa onu sadece ‘paylaşmaya uygun’ bir hale mi getirdik?