Kimler geldi, kimler geçti... Kimler neydi, ne oldu?.. Nerede şatafatlı hayatlar, nerede o kibir dağları?.. Her şeyin sonuna bakmak lazım!.. Yaşadıklarından geriye kalıp, ilahi imtihanda sınıfta kalanlar... Ne oldu, yiyebildiler mi haram malları, sürebildiler mi zenginliklerin sefasını?.. Kim vurdu da düştü bunlar?.. Allah'ın vakti zamanı geldiğinde yaptığı hesabın şaştığı görülmüş müdür?.. Herkes öyle ya da böyle verecek hesabını... Neyse uzatmayalım da Cüneyt Suavi'nin ibret verici öyküsüyle sizleri baş başa bırakayım... * * * Peygamberimiz, babaların çocukları için yaptığı duaları "peygamber duası"na benzetirken, anne ve babası sağ iken cenneti kazanmayanlara hayret ettiğini belirtmiş... Sadece cennet değil ki, bu dünyayı kazanmak da onlara bağlı... Yani, anne ve babalarımıza. ........................... 80'li yıllar asistanlık yıllarımdı ve bana göre en aktif dönemimdi. Zafer dergisine o yıllarda katılmış ve yardım için sadece parmağımı uzatayım derken, ilk önce elimi, sonra kolumu, daha sonra da bütün vücudumu kaptırmıştım. Artık fakülteden gelir gelmez kapağı dergiye atıyor ve gece yarılarına kadar mizanpaj yapıyordum. Selim Gündüzalp'le birlikte tabi. Arka planda ise, başta rahmetli hocamız Haluk Nurbaki olmak üzere, en az bizler kadar çalışan ve yaptıkları için hiçbir karşılık beklemeyen bir yazar kadrosu vardı. O zamanlar ilk gençlik çağlarının başında olan Ali Suad ve Özkan Öze, hem bütün gayretleriyle bize yardımcı olur hem de dakikasında boşalan bardaklarımıza çay yetiştirirlerdi. Dergicilik, zor işti doğrusu... O ayın dergisini tamamlayıp "Gerçeğe Doğru" ciltlerine geçtiğimizde, tam bir hapis hayatı başlıyordu. Bilgisayarlar o günlerde yaygın değildi. Bu yüzden de her şey elle yapılıyordu. Bazen bir ay boyunca dergiden çıkmıyorduk. Buna rağmen halimizden şikayetçi değildik. Çünkü bütün yorgunluğumuza rağmen, ruhumuzun bayram yaptığını hissediyorduk. İşimiz bittiğinde, esnaf ziyaretleri başlıyordu. O günlerde civa gibi bir genç tanıdık. (Bu gencin gerçek ismini vermek istemiyorum, isterseniz ona Osman diyelim.) Osman, işe bir tezgahtar olarak başlamıştı, inanılmaz derecede çalışkan bir insandı. Yaşlı babası, ona her an destek veriyor ve aşırı bir şefkat gösteriyordu. Kısa bir süre içinde, kendi işyerini açtı. Hatırladığım kadarıyla, iç giyim ve gecelik satıyordu. Dükkanı arı kovanı gibiydi. Birkaç ay sonra, ara sokaklardan çıkıp Adapazarı'nın en işlek caddesine geçti. Aynı ilgiyi görünce, bir dükkan daha açtı. Hemen arkasından, bir tane daha... Osman, artık gerçek bir milyarderdi. Aradan geçen yıllar içinde, babasıyla kavga edip darıldığını ve onu gücendirdikten sonra, yüzüne bile bakmadığını duyduk. Kendisine defalarca giderek, yaptığı işin yanlış olduğunu ve babasının rızasını mutlaka alması gerektiğini tekrarladık. Ama Osman, artık büyük adamdı ve hiç kimseye tenezzül etmiyordu. Onu ikna etmek mümkün olmadı. Yaşlı adam, kavgadan sonra hastalandı. Ve bütün ısrarlara rağmen gururunu kıramayan ve kendisini ziyaret etmeye yanaşmayan oğlunun ismini sayıklayarak vefat etti. Osman'ı birkaç yıl sonra pazarda gördüm. Rabbim şahittir ki, küçük bir tezgah açmış domates satıyordu. * * * Bugününüz dünden daha iyi olsun. Sağlıklı ve huzurlu günler dileğiyle...